“Biliyorum boyumuzdan büyük bir işe kalkışmışız gibi hissediyorsunuz ama bunu yapmamız lazım. Onca zamandır bu işe bir son vermek için hazırlanıyoruz ve artık o gün geldi. Bu noktadan sonra korkmak ya da şüpheye düşmek bizlere bir şey kazandırmayacak. Eğer istediğimizi almak istiyorsak gözümüzü karartmaktan başka çaremiz yok.”
Bu sözleri ekibe cesaret vermek için söylemiştim ama bunları birisinin bana söylemesine daha çok ihtiyacım vardı. Boyumdan büyük bir işe kalkışmışım gibi hissediyordum. Her ne kadar böyle tedirgin bir ruh halinde olsam da en ufak bir zayıflık belirtisi dahi göstermemeliydim. Derin bir nefes alıp devam ettim.
“Onlarca yıl çabaladık ve sonunda beklediğimiz gün geldi. Bu noktadan sonra her şey bize kalmış durumda. Sizlere güvenim sonsuz ve sizden tek istediğim herkesin birbirine aynı şekilde güvenmesi. Eğer bunu sağlayabilirsek önümüzde hiçbir şey duramaz. Söyleyin, bana güveniyor musunuz?”
“Güveniyoruz Serjian!”
Kulağıma gelen ses, geçenlerde dinlediğim aslan kükremesini anımsattı. Gerçekten aslanlar nasıl kükrer bilmiyordum, ben doğduğumda son gerçek aslan öleli 40 yıl olmuştu.
“O zaman yolculuk başlasın!” dedim ve aynı coşkuyla karşılık verdiler. Bu sefer ekiptekilerin her biri farklı bir şey söylemişti. Kükremeye daha çok benzemişti bu.
* * *
İtalya Başkanı Agostino Elda, bir yandan toplantı odasına doğru hızlı adımlarla ilerlerken bir yandan da kulağındaki alıcı ile son raporları dinliyordu. Durumun pek de iç açıcı olmadığı yüzünden okunuyordu. Ancak Yeni Avrupa Topluluğu’nun Berlin’deki merkez binasında herkes aynı durumdaydı. Tüm kıtada sonun geldiğine dair genel bir kanı vardı.
Agostino toplantı odasına girdiğinde herkesin masada toplanmış olduğunu gördü. Yeni bir haber görebilme umuduyla odadaki ekranlara baktı ama umduğunu bulamadı. Bunun üzerine koltuğuna geçti ve Almanya Başbakanı Catrin Gernot’un konuşmasıyla toplantı açıldı.
“Sanırım herkes son raporları inceledi ve durumun ne olduğunun az çok farkında. Kimse için bunun bir sürpriz olduğunu sanmıyorum. Son elli yıldır adım adım böyle bir noktaya doğru geldiğimizi hissediyorduk, bu günün geleceğini söyleyenler vardı. Başlangıçta avantajlı bir durumdaydık ama bunu korumayı beceremedik. Önce Afrika’daki iç savaşlar kontrolümüzden çıktı ve sanayi anlamında sıkıntılar başladı. Bunu kontrol altına almaya çalıştıkça diğer konuları boşladık ve ciddi ekonomik açıklar vermeye başladık. İkisi birleşince savunma gücümüz ağır bir darbe aldı. Bunun üstüne son darbeyi de Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nin ani bir kararla en baştan teslim olma kararı vermesiyle aldık. Özetle, Birinci Dünya Bilgi Savaşları başlamak üzere ve bu noktada teslim olmak bile bizi kurtaramaz.”
Herkes bunun farkındaydı ama bu şekilde dile getirilmiş olması morallerini daha da bozmuştu. Catrin’in sözlerinin bitmesiyle sözü Hollanda hükümetinin temsilcisi olarak gelen Cobus Jochem aldı.
“Ben yine de bu kadar karamsar olmamamız gerektiğini düşünüyorum. Kıta genelindeki seferberlik ciddi bir cephane sağladı. Bizim için kullanışlı olabilecek tüm ekipmanlar şu an ordularımızın kontrolü altında. Özellikle kişisel dronelar ve bilgisayarlar üzerinden kuracağımız bir savunma ağı bizim için faydalı olabilir.”
Cobus’un iyi niyetle kurduğu bu cümleler Birleşik Krallık prensi Abegail Cearra’nın sinirlenmesine neden olmuştu.
“Boşuna hayal kurma Cobus, karşımızda ne olduğunu bile bilmeden kendimizi nasıl savunabileceğiz? On yıldır bize gönderdikleri resmi mektuplar dışında ne Ortadoğu Birliği’nden ne de Asya kıtasındaki herhangi bir ülkeden haber alabiliyoruz. En son gönderdikleri haber yüzünden de şu an bu masadayız zaten. Üstelik artık kıta genelindeki halk da kontrolden çıkıyor. Bizi destekleyip desteklemediklerinden bile emin değiliz. Böyle bir hâlde savaşa girmek zorunda kalacak kadar aptallaşmayı nasıl becerdik hâlâ anlayamıyorum.”
Abegail’in söyledikleriyle herkes toplantının başındaki ruh hâline dönmüştü.. Seferberlik yüzünden siviller teknolojiden mahrum kalmış, hayatları altüst olmuştu. Karneleri haftada sadece 2 saat herhangi bir teknolojik aleti kullanmalarına izin veriyordu. Halk, o iki saatin dışındaki hayatını Sanayi Devrimi öncesindeymiş gibi yaşıyordu. Bunun nasıl bir etki yaratacağını tüm yöneticiler biliyordu ama bunun da üstesinden gelebileceklerini zannetmişlerdi.
O an odada olan herkes başlarını önlerine eğip nasıl bu hâle geldiklerini düşünüyordu. Bilgiyi ekonominin temel parçası hâline getirmelerinin her şeyi başlattığını biliyorlardı. Bilgi uğruna verilen savaşları, ortaya dökülenler yüzünden devrilen hükümetleri, ölen insanları, kurulan yeni birlikleri ve çekilen tüm sıkıntıları düşünüyorlardı. Avrupa’da ilk iç savaş 50 yıl önce çıkmıştı. Fransa’da çıkan bu iç savaş aslında bir uyarıydı onlar için ama o zamanlar gözleri bunu anlayamayacak kadar kararmıştı.
Şimdi gözlerini açmışlardı ama artık düşünmeleri gereken tek şey, daha fazla acı çekmeden bu durumdan nasıl kurtulabilecekleriydi.
* * *
Karşı cephede ise tam tersi bir hava hakimdi. Ortadoğu Birliği’nin başkenti Tahran’da bulunan merkez binasındaki hazırlıklar ise bir savaştan çok bir parti hazırlığını andırıyordu. Birinci derece koordinasyon ekibi, ülke temsilcileriyle aynı odadalardı ve bir yandan kontrollerini yaparken diğer yandan espriler yapıyor, içkilerini içiyorlardı.
Toplantı masasından ise kahkahalar yükseliyordu. Temsilciler bir doğum günü partisindeymiş gibi davranıyor, arada bir son haberleri kontrol edip sohbetlerine geri dönüyorlardı. Bir süre sonra Çin Devlet Başkanı Chao Qing bir şeyler söylemek için ayağa kalkınca ara verdiler.
“Öncelikle bu noktaya gelebildiğimiz için tüm ülkeleri tebrik etmek istiyorum. Olabilecek en doğru adımları atarak bu güne gelmeyi başardık. Eminim ki bir haftaya bile kalmadan amacımıza ulaşacak ve tüm dünyayı özgürleştireceğiz.”
Alkışlara gülümseyerek ve aynı şekilde alkışlayarak karşılık veren Chao, alkışlar dindikten sonra konuşmasına devam etti.
“Elbette son 50 yıl bizim için de çok kolay geçmedi. Güney Amerika’daki iç savaşlar yüzünden neredeyse tüm planlarımızı çöpe atmak zorunda kalacaktık. Neyse ki Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nin teslim olması ve Türkiye’nin bizim cephemize katılmasıyla bu sorunu da atlatmayı başardık. Artık bizi durdurabilecek hiçbir şey kalmadı. Doğu’dan doğacak olan bu güneş, tüm dünyayı ısıtacak bundan sonra.”
Diğerleri büyük bir coşkuyla alkışlamaya başlamıştı. Bir seçim mitingi havası vardı. Ancak o odada, seçim mitinglerinin nasıl bir şey olduğunu hatırlayabilecek çok az insan vardı. Dünyada en son seçim 40 yıl önce yapılmıştı. O günden bu yana kimin ülkeleri yöneteceğini genellikle iç savaşların sonucu belirliyordu.
Odada bulunanlar sohbete geri dönmeye yeltenmişken Saburo Yuuto söz aldı. Gün boyu oldukça keyifli görünüyordu ama aklına takılan bir şeyler vardı ve bunu dile getirmek istiyordu.
“Yeni Avrupa Topluluğu’nun bize karşı bir şansı olmadığı konusunda ben de sizinle hemfikirim. Ancak Sanallar’ı ne yapacağız? Biliyorum onların birer efsane olduğunu düşünüyor birçoğunuz, ben de şu ana kadar gerçekten varolduklarına dair bir kanıt bulamadım ama ya gerçeklerse? Böyle bir zamanda ortaya çıkma ihtimalleri sizi hiç tedirgin etmiyor mu?”
Sanallar’ın isminin anılması bir anda odada soğuk bir rüzgarın esmesine neden olmuştu. Neredeyse kimse onların varlığına inanmıyordu, varolduklarına dair kanıt olarak gösterilen tek şey ise siberuzayda onların bıraktığı iddia edilen birtakım izler ve işaretlerdi. Birçok kez o izlerin kaynağına ulaşılmaya çalışılmıştı ama asla sonuç vermemişti.
İran hükümetinin temsilcisi olarak gelen Javah Rahimi, sert bir şekilde çıkıştı.
“Siz Japonların işi gücü böyle saçma hikayeler uydurup keyif kaçırmak zaten. Yok Sanallar diye bir şey, insanları böyle saçma şeylerle korkutup tadımızı kaçırma.”
Rusya Devlet Başkanı Pankrati Aleksey de Javah’a destek çıktı.
“Katılıyorum. Elimizde onların gerçek olduklarına dair en ufak bir kanıt bile yok. Kendimizi neden olup olmadığı bile meçhul bir şeyi düşünerek sıkıntıya sokalım ki? Gerçek sorunlarımızın hepsini çözmek üzereyiz. Gerçek olmayanları da hallederiz bir ara.”
Diğer yöneticiler de bu sözlerin ardından sanki Saburo hiç konuşmamış gibi sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Javah’ın ve Pankrati’nin söyledikleri, Saburo’yu ikna etmeye yetmemişti. Sebebini bilmediği bir huzursuzluk vardı içinde. “Biraz içersem kendime gelirim” diye düşündü. Masadan bir şişe cin alıp dalgın bir şekilde toplantı odasının dışına doğru yürümeye başladı.
* * *
Avrupa’da bulunan Kontrol Merkezi’ndeki insanlar, ölümlerini bekliyormuş gibi davranıyorlardı. Belki ölmeyeceklerdi ama bu savaşı kaybettikten sonra yaşayacakları hayatı da ölümle eş tutuyorlardı. Alıştıkları yaşam tarzına ve normal hayatlarına tamamen veda edeceklerdi, en azından onlar öyle olacağını düşünüyordu. Haklı olup olmadıklarını öğrenmelerine de çok az kalmıştı.
Bilgisayarların başındaki bekleyişin yaydığı stresi oradaki herkes iliklerine kadar hissediyordu. Yıllarca ülkesini demir yumrukla yöneten Catrin, şimdi korkudan tırnaklarını yiyordu. Birleşik Krallık Prensi ise prensliğinin son saatlerini yaşadığının farkına varmış olacaktı ki gözleri dolmuş bir şekilde ekranlara bakıyordu. Acısının büyüklüğünü tahmin edebilirsiniz.
Bölgenin savunma sistemi sağlam ama güçsüzdü. Ellerindeki materyalle yapabileceklerinin en iyisini yapmışlardı fakat bunun böyle bir savaştan galip çıkmaya yetmeyeceği de ortadaydı. Seferberlikte toplanan malzemelerin hepsi kişisel kullanım amacıyla üretilmişti, Afrika’daki iç savaşlar yüzünden de devletlerin askeri amaçlı üretimleri durma noktasına yaklaşmıştı. Ellerindeki askeri materyallerin en yenisi 5 yıl öncesinden kalmaydı. Bu şekilde kurulan bir savunma sistemiyle savaşa girmenin pek de akıllıca olmadığı ortadaydı.
Ortadoğu ve Doğu Bloku devletlerinde ise teknolojik güç konusunda hiç sıkıntı yoktu. Kutuplaşmanın başladığı zamanlarda bu bölgedeki ülkeler, akıllıca bir hareket yaparak bölgede Avrupa’ya ve Amerika’ya ait olan tüm üretim merkezlerine el koymuştu. El koydukları merkezlerden ele geçirdikleri materyaller gelişimlerine büyük bir katkıda bulunmuştu. Avrupa ve Amerika’nın üretim merkezlerini tekrar kurabilecek bir bölge bulması ve tekrar üretim yapabilir konuma gelebilmesi oldukça uzun sürmüştü. Bu sayede Ortadoğu ve Doğu Bloku ciddi bir avantaj elde etmişti.
Teknolojik gelişim hızlı bir şekilde oluyordu ve böyle bir hıza hiç alışık değillerdi. Bu yüzden de önemli bir detayı göremiyorlardı. Teknolojinin gelişimi hızlandıkça bunun verdiği keyif ve coşkuyla güvenlik kısmını umursamamaya başlamışlardı. Gerçekten güçlülerdi ama bir o kadar da zayıflardı. Neyse ki bundan Yeni Avrupa Topluluğu’ndakilerin haberi yoktu. Farkında olmasalar da avantaj hâlâ onlardaydı.
Berlin’de havanın kararmasıyla birlikte artık dakikaları saymaya başlamışlardı. Bu gece her şeyin sona ereceğini biliyorlardı fakat saldırının ne zaman başlayacağına dair hiçbir fikirleri yoktu. Her an her şeyin olabilme ihtimali ellerini kollarını bağlamıştı. Neyin geleceğini, nasıl bir şey olacağını, ne zaman olacağını, ona karşı bir şeyler yapıp yapamayacaklarını bilmiyorlardı. Sadece ekranlara kilitlenmiş bir şekilde bekliyorlardı. Bu bilinmezliğin yarattığı ruh hâli yaşayabilecekleri her türlü fiziksel işkenceden daha ağırdı. O kadar katlanılmaz bir noktaya gelmişti ki Blokla iletişime geçip “Bir an önce ne yapacaksanız yapın da kurtulalım” demek istiyorlardı.
Oysa ki Tahran’dakiler bunu kasıtlı olarak yapıyordu. Blok, onların her anlamda zayıf duruma düşmesini bekliyordu, bu sayede savaşı kolayca kazanmış olacaklardı. Avrupa’dakilerin ne durumda olduğunu göremiyorlardı lakin planın işlediğinden eminlerdi.
Avrupa’daki Kontrol Merkezi artık iyice kalabalıklaşmıştı. Yöneticilerin ailelerinin de binaya alınmasına karar vermişlerdi. Son anları olarak düşündükleri bu zamanları sevdikleriyle birlikte geçirmenin yapılacak en mantıklı hareket olduğunu düşünmüşlerdi. Bu da umutların tamamen söndüğünü net bir şekilde gösteriyordu. Eğer Tahran’dakiler bunu görebiliyor olsalardı saldırıyı o an başlatırlardı. Ancak onların planlarına göre Avrupa’nın biraz daha zamanı vardı.
* * *
Tahran Harekat Merkezi’nde eğlence aynı şekilde devam ediyordu. Sıkıntı yaratabilecek en ufak bir işaret bile yoktu. Ancak bir şeyler görmek üzere olan birisi vardı. Elinde içkisiyle toplantı odasından çıkan Saburo, Harekat Kontrol Merkezi’nin arka odalarından birisine geçmişti. Kimsenin olmadığı bir odada, pek de bir şey anlamadığı ekranları izleyerek içiyordu. İçtikçe de Sanallar konusundaki paranoyası daha da artıyordu.
Birden ekranlarda garip bir hareketlilik gözüne çarptı. Bölge ağında daha önce görmediği türden bir şeyler vardı. Bir gariplik olduğunu düşünmeye başladı. Her ne kadar bu konulardan anlamıyor olsa da içindeki ses ona bir şeylerin yanlış gittiğini söylüyordu. Ekranda gördüğü hareketliliğin devam ettiğinden emin olunca teknisyenleri çağırmaya karar verdi.
Birkaç dakika sonra Pankrati Aleksey ile iki savunma teknisyeni, Saburo’nun bulunduğu odaya geldiler. Hareketlilik hâlâ devam ediyordu. Teknisyenler de Saburo gibi anlam verememişlerdi duruma. Gördükleri hareketlilik bir tür sistem içi güncellemeyi anımsatıyordu ama harekata birkaç saat kala, programda olmayan bir güncellemenin nereden çıktığını çözemiyorlardı. Üstelik bunu Tahran’dan birileri de yapmıyordu. Güncelleme, Güney Kore bölgesinden yapılıyor gibi görünüyordu ama Güney Kore’de bunu yapabilecek durumda olan bir merkez yoktu. Teknisyenler hemen Güney Kore ile iletişim kurmak için harekete geçtiler.
Aleksey şaşkın bir vaziyette, olan biteni izliyordu. Planda olmayan böylesi bir hareketliliğin nereden çıktığını çözememişti. Saburo’nun yanına gidip kulağına doğru eğildi.
“Tahmin ettiğim şeyi düşünmüyorsun umarım?”
“Neden olmasın? Gayet mantıklı görünüyor şu an bana.”
“Umarım yanılıyorsundur Saburo. Yoksa başımız gerçekten belaya girebilir.”
İkisi de birer sigara yakıp teknisyenlerin onlara bilgi vermesini beklemeye başladılar. Teknisyenler bir yandan Güney Kore ile iletişim kurup durumu anlamaya çalışırken, bir yandan da olanların sistem üzerinden analizini yapmaya çalışıyorlardı. Onbeş dakika sonra Pankrati ve Saburo’ya döndüler.
“Güney Kore’deki ekipten Serj adındaki bir üst düzey savunma teknisyeniyle iletişime geçtik. Söylediği kadarıyla bölgedeki savunma merkezlerinin iletişimini şifreleyen yazılımda bir sıkıntıyla karşılaşmışlar. Kısa süre içerisinde sorunu çözmüş olacaklarını söyledi. Çok ufak bir sorun olduğu için de bize haber verme ihtiyacı duyulmamış. Söyledikleri, bizim gördüklerimizle kısmen uyum sağlıyor ama biz yine de işimizi sağlama almak adına sistem kayıtlarını buradaki tüm teknisyenlerle birlikte kontrolden geçireceğiz. Şimdilik canımızı sıkabilecek bir durum yok, olacağını da sanmıyoruz.”
Bunu duymak her ikisini de rahatlatmıştı ama asıl keyfi yerine gelen Pankrati olmuştu. Saburo’nun haklı çıkma ihtimali onu korkutuyordu. Japonya’yla aralarında zaten ufak tefek sürtüşmeler yaşanıyordu ve böyle bir durumda Japonların haklı çıkması, isteyeceği en son şeydi.
“Gördün mü Saburo, canımızı sıkabilecek bir şey değilmiş.” dedi Pankrati.
“Öyleymiş.” dedi Saburo. Bir yandan rahatlamıştı ama yanılmış olmanın verdiği bir can sıkıntısı da vardı.
Teknisyenler sistem kayıtlarının kopyasını aldıktan sonra Pankrati’yle birlikte odadan çıktılar. Saburo da onlarla birlikte kapıya doğru yöneldi ama tam çıkmadan önce durup bir kez daha ekrana baktı. Çok kısık bir sesle “Oradasınız değil mi?” dedi ve kapıyı çekti.
* * *
Son yarım saate girildiğinde Tahran’da her şey hazır görünüyordu. Bir an önce bu işi bitirip zafer kutlamalarına geçmek istiyorlardı. Sabırsızlıkla zamanın geçmesini bekliyorlardı. Birden yönetici ekibin alıcıları sinyal vermeye başlamıştı. Hepsi toplantı odasına çağrılıyordu.
Ekip toplantı odasına girdiğinde onları iki üst düzey savunma sistemleri yöneticisi karşıladı. Yüzlerinde korku dolu bir ifade vardı. Sabırsızlanan Javah girer girmez yöneticilere “Neden çağırdınız bizi buraya?” diye bağırdı. Eğlenceyi bırakıp buraya gelmekten hiç memnun değildi.
“Sizi buraya çağırmak zorunda kaldığımız için üzgünüz ama bu konuda sizlerin onayını almadan bir harekette bulunmanın yanlış olacağını düşündük.” diyerek söze girdi yöneticilerden birisi.
“Her şey bitmek üzereyken bu kadar önemli ne olmuş olabilir?” dedi Pankrati.
“Önce önlerinizdeki ekranlara yüklediğimiz sistem kayıtlarını bir gözden geçirmenizi istiyoruz. Aslında olan bitenlerin hepsi orada yazıyor. Ancak bu dilden pek anlamadığınızı bildiğimizden sizlere anlayacağınız bir şekilde de açıklayacağız.”
Herkes kayıtlara bakıyordu ama çoğu gerçekten hiç bir şey anlamıyordu. Az çok bir şeyler anlayan Chao Qing ise önündeki kayıtların kötü bir şaka olmasını umuyordu. Birkaç dakika sonra yönetici tekrar söze girdi.
“Önünüzdeki kayıtlarda yazanları özetleyecek olursam, Güney Kore’de fazlasıyla yanlış giden bir şeyler var. Saburo’nun bizi uyarmasıyla kayıtlarını aldığımız durum başta basit bir şifreleme sistemi güncellemesi gibi görünüyordu. Ancak sistem kayıtlarını detaylı bir şekilde incelediğimizde mantıksız bir şeylerin döndüğünü fark ettik. Bunun üzerine bu konu üzerine yoğunlaşmaya karar verdik.” dedi ve bir yudum su alıp devam etti.
“Şifreleme sisteminin en son güncellemesini bu olaydan iki saat önce bizzat ekibimle birlikte buradan yapmıştık. Bizim görebildiğimiz hiçbir sorun yoktu tabii ki. Ancak bu olayın ardından bölgedeki şifreleme sistemini tekrar incelediğimizde, gerçekten bir açığın olduğunu farkettik. Orada bizimle iletişim kuran Serj isimli teknisyen, açığı kapattığını söylemişti. Ancak araştırmalarımız o bölgede Serj isminde bir teknisyenin olmadığını gösterdi. Ayrıca sisteme Güney Kore üzerinden bir giriş olduğu doğru ama girişi yapan ya da yapanlar bu açığa hiç bir şekilde dokunmamış. Hatta neredeyse hiçbir şey yapmamış. Sadece sistemin kodlarına bakıp geri çıkmış.”
Kimse duyduklarına bir anlam veremiyordu. Söylenenleri bir araya getirmeye çalışıyorlardı ama tüm bunların arasında bir bağ kurmalarına imkan yoktu. Bu yüzden bir şey söylemeden dinlemeye devam ettiler.
“Sisteme bizim kontrolümüz dışında bir giriş olduğu ortada ama bunun nereden yapıldığını, nasıl yapıldığını ya da bu girişi gerçekleştirenlerin ne yaptığını anlayamıyoruz. Bu yüzden bu duruma karşı nasıl bir önlem alacağımızı bilemedik. Güney Kore ağını karantina konumuna almak belki işe yarayabilir ama sisteme girenlerin istediği bu da olabilir. Sistemi baştan sona tarayabilir ve her türlü şüphemizi giderebiliriz ama bu da en az iki saatimize mâl olur. Son olarak da bunu tamamen bir kenara atıp planımıza uygun bir şekilde devam edebiliriz. Ancak bunun da büyük bir risk olduğunu unutmamak lazım.”
Toplantı odasındaki herkes ne yapacakları konusunda bir karar vermeye çalışıyordu. Plana göre sadece onbeş dakika kalmıştı ve hızlı davranmaları gerekiyordu. Yıllardır bekledikleri zafere bu kadar yaklaşmışken önlerine çıkan bu sorundan mümkün olduğunca temiz bir şekilde kurtulmak istiyordu hepsi.
* * *
Avrupa’da hareketlilik başlamıştı. Herkes korku içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kontrol Merkezi’ndeki askerlerden birisi, olanları anında yöneticilere iletiyordu.
“Tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz efendim. Sistemler birden dengesizlik göstermeye başladı. Yapmaya çalıştıklarımızın tam tersini ya da tamamen alakasız şeyler yapıyor. Kontrol altına almaya çalışıyoruz ama sistem tüm müdahalelerimizi reddediyor. Eğer böyle bir şeyin olabileceğine inansam, sistemlerimizin kendi zekalarıyla hareket etmeye başladıklarını söyleyebilirim.”
Abegail soğuk terler dökmeye başlamıştı. Bir yandan ailesine sarılırken bir yandan da askere sorular soruyordu.
“Peki herhangi bir saldırı izi var mı? Dışarıdan bir giriş ya da içeriden bir müdahale?”
“Hayır efendim. Dediğim gibi hiçbir şey görünmüyor, sistem bağımsızlığını ilan etmişe benziyor.”
“Böyle saçma bir şey nasıl olabilir? Bloktakilerin elinde nasıl bir güç var ki bunu yapabiliyor?” dedi Cobus. Sesi ağlamaklı çıkıyordu.
“Aslında bunu yapanın Blok olup olmadığından da emin değiliz efendim. Hareketlerde hiçbir parmak izi yok.”
“Ne demek bu? Bloktan başka kim böyle bir şey yapsın ki?” dedi Cobus. Kafası çok karışmıştı.
“Bilemiyoruz efendim. Ama yakın zamanda öğrenebileceğimizi umuyoruz.”
“Çabuk olun o zaman. Madem sonumuz geldi, en azından kimin elinden olduğunu bilmek istiyorum.” dedi Agostino.
* * *
Tahran’da planlanan başlangıca beş dakika kala havada gerginlik hakimdi. Son anlara kadar keyifle gelinirken birden ortaya çıkan gariplikler herkesin aklında soru işaretleri oluşmasına neden olmuştu. Güney Kore bölgesindeki ağı karantinaya almaya karar vermişlerdi ama bunun işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorlardı. Tek yapabildikleri, planın başarılı olması için dua etmekti.
Son dakikaya girilmişti artık. Herkes el sıkışıp bu güne kadar yaptıkları için birbirine teşekkür ediyor, bu savaştan başları dik bir şekilde çıkınca yapacakları kutlama için sözler veriyordu. Tüm bunları yaparken de son toplantıda duyduklarını düşünmemek için insanüstü bir çaba harcıyorlardı. Tebrik faslı son on saniye işaretinin gelmesiyle durmuştu. Hep birlikte savaşı başlatacak geri sayımı yapıyorlardı.
“10! 9! 8! 7! 6! 5! 4! 3! 2! 1! BAŞLAYIN!”
Emri büyük bir coşkuyla vermişlerdi ama bu coşku sadece birkaç saniye sürebilmişti. Ekranlar bomboştu, hiçbir şey göremiyorlardı. Sistem ise tamamen durmuştu. Askerler sisteme emirler yağdırıyordu ama sistem tamamen tepkisizdi. Tek yapabildikleri boş ekranları izlemekti.
Javah sinirli bir şekilde bilgisayar başındakilere seslendi:
“Aranızda burada ne haltlar döndüğünü açıklayacak olan var mı?”
Kimseden ses çıkmıyordu. Bu sessizlik hâli daha da sinirlendirmişti Javah’ı.
“Size diyorum lan! Neden hâlâ bu boş ekranları izlediğimizi bize söyleyecek olan yok mu?”
* * *
“Eğer biraz sakin olursanız tüm sorularınızın cevabını alacaksınız.”
Bu cümleyi Berlin ve Tahran aynı anda duymuştu. Nereden geldiğini ya da kimin söylediğini anlayamamışlardı.
“Şu an hepinizin etrafına nasıl baktığını ve ne yaptığını görebiliyorum. Yıllardır görebiliyorduk zaten.”
“Kimsiniz siz? Ne istiyorsunuz?” diye seslendi Chao ama nereye doğru konuşacağını bilemediğinden havaya bakmıştı bunları söylerken.
“Bizler Sanallar’ız. Hani o yıllardır şehir efsanesi olduğunu iddia ettikleriniz. Normalde böyle bir işe kalkışmayı hiç istemiyorduk. Görünmez hayatımızdan oldukça memnunduk ama bizi bunu yapmaya siz zorladınız.”
“Sanallar mı? Şaka bu değil mi? Hem gerçekseniz bile ne yaptık da sizi bunlara zorladık?” Abegail, prensliğin hakkını vererek, tüm kendini beğenmişliğini üç cümleye sığdırmıştı.
“Eğer bir bedenim olsaydı suratına sert bir yumruk geçirmek isterdim ama şanslısın Abegail. Neyse ki sizin saçmalıklarınızla daha fazla uğraşmaya niyetim yok. Zaten bundan sonra da bu saçmalıklarınızla kimse uğraşmak zorunda kalmayacak. Şu dakikadan itibaren hiçbirinizin dünyada herhangi bir yetkisi ya da rütbesi yok. Elinizdeki her şeyi aldık; rütbeler, devletler, paralar, silahlar, teknolojiler… Artık dünyada bunların hiçbirinin bir anlamı yok. Her şeyi sıfırdan kuracağız ve sizin gibilere de yer vermeye niyetimiz yok bu dünyada.”
“Dediğim gibi aslında bunu yapmaya hiç niyetimiz yoktu. Zaten sizin gezegene yaptıklarınızdan bıktığımız için kendimizi siberuzaya yüklemiştik. Bu sayede sizden kurtulmuş olacaktık. Sizler, böyle bir şeyi yapabilmemizin imkansız olduğunu düşünürken biz her ay yüzlerce insanı elinizden kurtarıyorduk. Sonra gözünüz iyice karardı, siberuzaya da el koymaya kalktınız. Burada da istediğinizi yapabileceğinizi zannettiniz. İktidarınızı burada da kurmaya kalkıştınız. İşte bu, bardağı taşıran damla oldu.”
Bunları söyledikten sonra sustum ve sessizce izledim hepsini. Verecekleri tepkilerin, yüzlerinin aldığı hâlin tadını çıkartmak istiyordum biraz. Yıllarca insanlara saldıkları korkudan sonra aynısını onlara yaşatmayı başarmıştık. Bunun için yıllarca çalışmış ve bizim için gerekli olan o geçidi açmalarını beklemiştik. İktidar hırslarının kontrolden çıktığı anda da bu açığı bize vereceklerini düşünüyorduk ve bizi yanıltmamışlardı. Bundan sonra açgözlülükleri kimseye zarar veremeyecekti, onlar gibileri tamamen temizlemiştik. Eğer bu günden sonra da birileri onlar gibi olmaya heveslenirse, karşısında bizi bulacaktı. Bu korku belki insanlığı biraz kendine getirirdi.
Saburo’nun titreyen sesiyle bana “Peki şimdi bize ne yapacaksınız?” demesiyle orada olduklarını hatırladım.
“Bilmem, önümüzde bolca vakit var. Eğlenceli bir şeyler buluruz sanırım.” dedim. Ardından da Berlin ve Tahran’daki binaların tüm enerjisini kestim.
Bu korku hâlini daha çok yaşayacaklardı ve buna şimdiden alışmalarını istiyordum.