Okumam yazmam yoktu. Askerden gelen bir arkadaşım, iki arkadaşı ile beraber, bana okumayı öğretmeyi kafalarına koymuşlardı. Onlar da askerde öğrenmişlerdi bu işi gerçi. Önce makarna çubuklarını yanyana dizip şekiller oluşturmaları gerekiyordu; bir kelimenin neye benzediğini, nasıl seslendirildiğini öğrenebilmem için. Yuvarlak hatları olan harf dedikleri şeylere geldiklerinde zorlanıyorlardı. Onlara makarnayı haşlayıp derse devam etmeleriniyse ben söylüyordum. Çok çaba gösteriyordum.
İşte benim hayatım, böyle geçiyordu.
İşim yoktu. Ancak zaman zaman kimi mal sahiplerinin tarlalarında işler çıkıyordu. Mevsimlere göre işler çeşit çeşitti. Beklediğimiz duvarın önüne kimi zaman bir kamyon yanaşır, biz onların bahçelerinde domateslerin olmuşlarını nasıl seçiyorsak tıpkı onun gibi, seçerlerdi aramızdan işlerini gördürecekleri adamları.
Bizim ellerimiz, tam da bu işlere göreydi. Oysa mahalle kahvesinde izlediğimiz filmlerde, saçları bizimkine benzemeyen, elleri bizimkilerin yanında pamuk gibi duran, her daim takım elbiseli, yakışıklı adamlar, civan delikanlılar, şarkı türkü çalan yerlere yanlarında kadınları ile gidiyor, sonra ayağa kalkıp garip bir iş tutuyorlardı. Ellerinin içinde tüy gibi başka eller, salınıp duruyorlardı küçücük bir alanın içinde, bir sağa bir sola. O kadınların elleri de yumuşacıktı. İzlerken içimiz bir tuhaf olur, birbirimize bakamazdık. Sonra aramızdan biri allahtan “Çay çek” diye seslenirdi kahveciye de konu dağılırdı. Bizim o adamların ellerine benzemeyen ellerimiz, sıkıntıyla birbirini yoğurur, utancımızdan masaların altlarına konulurdu.
Bir gün, artık sizi seçmeyecekler öyle sebze gibi; artık karnınız doyacak, artık siz seçeceksiniz diye geldiler mahalleye birileri. Toplanmıştık kahveye ne diyecekler diyerek. Hepimizde bir merak. Aramızda gelenlerin ne dediğini anlar gibi başını sallayanlar olduğuna göre, bu adamların dediklerine dikkat etsem iyi olur diye düşündüm.
Bir çok güzel şey anlattılar. Ekmek, iş, kömür… Hâlimizin nedenlerini anlattılar bir de seslerini yükseltip, hep tavana bakarak işaret ettikleri bir yere arada küfürler sallayarak. O sıra biraz utandıysam da yine de dinledim. Söylediklerine göre artık her şey çok başka olacaktı. Arkadaşlara baktım, her biri hayallere dalmıştı, başları dik…
Demek artık biz seçecektik. Bizim de kamyonumuz olacaktı belki de ya da ekinini aldığımız tarlamız. Kendi tarlamız. Ellerim… Benim ellerim, hep bu işi görmüştü oysa. Seçmek? Nasıl seçecekti ki ellerim? Ellerim bu kadar önemli miydi? O filmlerdeki adamların elleri gibi, önemli miydi? O zaman; bu dedikleri olursa, benim de ellerim bir gün, yumuşacık bir kadın eline korkmadan değecek miydi? Utanmadan…
Anlattılar ne yapacağımızı bir bir. Benim gibi okuması yazması olmayanlar çoğunluktaydı. Bu sebeple ellerimize birer ip tutuşturdular. Bir tarafı halkalı, düğümlenmiş. Kalbimizin olduğu taraftaki elimizin orta parmağına o halkayı geçirecektik. Sonra ipi diğer elimizle, orada bulunacak olan resimli kağıdın üzerinde gerecektik. İpte bir düğüm daha vardı, işte tam da o düğümün geldiği yere basacaktık umutlarımızı, oradaki mühür ile.
Sonra her şey güzel olacaktı. Her şey değişecekti. Biz seçiyorsak, bizi mutlu edecek olan yolu seçmeliydik. Öyle demişlerdi… Ellerimiz; önemliydi. O filmlerdeki adamların elleri kadar önemli.
Her şeyi anlattıkları gibi yaptık. Bizim gibiler çok olmalıydı ki seçim sonrası mührü bastığımız resimdekiler başa geldi. Kırılsaydı ellerim… Nereden bilirdim ki böyle olacağını?
Şimdi ellerime bakın, aynı değil mi? Evet, biz seçtik. Daha ondokuzundaydım. Cahildim. Elimde düğümlü bir iple, geleceğimi düğümledim bilemeden. şimdi ise yetmişbeş yaşı devirdik… Arada kahve köşelerinde de olsa, en azından okumayı öğrendik.
İşte bunlar, benim ellerim. Nasırlarıma baktıkça, o düğümlü ipi parmağıma geçirip ümitlendiğim güne hâlâ lanet ederim.
- sandık eskisi yazılardan; günün anlam ve önemine binaen…