(Bu öykünün anahtar konusu, bir anda aklımıza gelen “karpuz”.)
– Bu defter de ne?
Salih’in sorusuyla, bakarken düşüncelere daldığım albümden kafamı kaldırmıştım. Hangi defterden bahsettiğini bilmiyordum. Elinde tuttuğu kahverengi defterin ilk sayfasına, sonuna dek açılmış iki göz kapağı ve saklayamadığı hayretiyle bakıyordu. Ayağa kalkıp başında oturduğu masanın yanına gittim.
Bu defter O’na adanmıştır, yalnızca O anlayacaktır içindekileri…
Bahsettiği “O” kimdi, hiçbir fikrim yoktu. Ha ama öncelikle bu evde, bu odada, bu tozlu eşyaların arasında ne işimiz vardı onu anlatmalıyım.
Bir babam olduğunu; yıllarca babasız, öylece ağaç kovuğundan türemişçesine sürdüğüm bir yaşamın tam ortasına “Baban öldü” diye düşen bir telgraf sayesinde öğrendim. Aynı zamanda babamın ölmüş olduğunu da. Telgraf çalıştığım kuruma çekilmişti, kısa ve net, tüm olağanlığıyla bir telgraftı, haberim olmayan bir babamın olduğu ve onun ölmüş olduğu gerçeğini taşıması dışında.
Telgraftaki adres ve bu haber cümleciği dışında bir şey yazmaması da işin ayrı boyutuydu. Annemi iki sene evvel kaybetmiştim ve bu haberin doğruluğunu ya da yanlışlığını, kocaman bir şaka olup olmadığını öğrenebileceğim yaşayan tek bir akrabam yoktu. En azından benim bildiğim kadarıyla.
Annem ve ben, memuriyetim başladığında tuttuğumuz iki göz evimizde yaşayıp gidiyorduk iki yıl öncesine kadar. Zorlu okul yılları geride kalmış, hayatla bir muhasebemiz kalmamıştı. Geçimimiz yerinde, sohbetimizse yıllardır annemin seçtiği aralıklardaydı. İki cümle fazlasına o izin vermez, üç cümle eksik ben bırakmazdım. Günlük hayatın gerektirdiği rutin sorular dışında soru sormazdım. Ciddi bir soru sorulduğunda cevap verir miydi hiç bilmiyorum. Aramızdaki bu dile getirilmemiş anlaşmamız, annemin son nefesini verdiği geceye dek bozulmadı. Sorusuz, sorgusuz, içi ama rahat ama değil, göçtü gitti bu dünyadan. Ne şans.
İki yıl içerisinde değişen bir şey olmadı hayatımda. Her sabah vakitlice kalkıp traşımı olur, büfeden gazetemi alır, vapura biner işe giderdim. İş çıkışı iki tek atan kimselerden hiç olmadım, buna ihtiyaç da duymadım. Annemin öldüğü gecenin ertesinde hazırlanıp işe gelmiş olmama, iş arkadaşlarımın ve müdürümün şaşırması dışında kimseyi şaşırtacak bir şeye de imza atmamıştım hayatım boyunca. Müdürüm sırtımı sıvazlayarak “Oğlum, bugün gelmene gerek yoktu. Cenaze işlerinizi yürütmen gerek, Salih ve sen izinlisiniz. Haydi, başın sağolsun, Allah sabırlar versin” diyerek beni kapıdan uğurlarken yanımda benimle birlikte çıkan iş arkadaşım Salih dışında kimseyle alışverişim yoktu. Olmadı da.
Salih, o günden bu zamana yanında rahat hissedebildiğim tek insandı. Soru sormayan biri olmam, onun da soru sormayı sevmemesi, en azından birbirimizi öyle sanıyor olmamız, bizi bağlayan en önemli şeydi.
Gelen telgrafa boş gözlerle bakıyor olmamdan şüphelenen Salih, yanıma gelmiş, elimdekini okumuş ve o güne dek bana ilk kez bir soru sormuştu.
– Şimdi ne yapıyoruz?
Cevap vermeden ona sarıldım. Aynı şeyi düşünmüş olacağız ki izin dilekçelerini doldururken birimizin cümlesini diğeri tamamladı ve işte buradayız. Babamın odasında.
Salih, ikinci sayfayı açtığında ise onun sonuna dek açılmış gözlerine benimkiler eşlik etti. Küçük siyah benekler yapıştırılmış bir sayfa vardı karşımızda. Ne olduğunu anlamak için dokundum. Salihse kokladı. Buruşmuş ve öylece kurumuş karpuz çekirdekleriydi bunlar ve bu sayfaya yanlışlıkla düşmüş olduklarını umarak diğer sayfayı açtık. Ve sanki bugünü bekliyorlarmış gibi tüm çürümüşlükleriyle karşımıza çıkan karpuz çekirdekleri yine gözlerimizin önündeydi. Defteri Salih’in elinden aldım, evirip çevirdim, İlk sayfası dışında herhangi bir yerine herhangi bir cümle yazılmamıştı ve tüm sayfalar karpuz çekirdeklerine ev sahipliği yapıyordu. Bir telgrafla hayatıma bir anda girip “cee ee” yapan ve anında da ölerek el sallayan babam; tüm gizemiyle karpuz çekirdekleri bırakmıştı kendisinden geriye. Uzun zamandır iki gün sonrasını dahi bilerek yaşayan ben, ilk kez ne bok yiyeceğimi bilmiyordum. Ne âlâ!
Salih “Yalnız, bu bir şifre olmalı!” diye heyecanla bağırdığında, kendime gelebildim.
Öyle olmalıydı; hayatı düz bir çizgide yaşayan bana, hayatın verebileceği en büyük dersti çünkü bu. Öyle olmalıydı çünkü bir babam olduğunu bile bilmeden yaşarken sorulardan uzak kalmıştım. Öyle olmalıydı çünkü bir babam olup olmadığını daha doğrusu babamın hangi cehennemde olduğunu anneme hiç sormamış, şaşırmaktan ölesiye korkmuştum. Öyle olmalıydı çünkü hayatım kayıtsız kaldığım koskoca bir muammayken bile sorgulamadığım için birileri bana “hayat hiç de öyle bir şey değil aziz dostum!” şaklabanlığı yapmalıydı.
Bunu yapan babam oldu. Bir bilmeceyi çözmenin, bir bilmeceyle yaşamaktan daha zor olduğunu sanan babam.
* * *
Otobüste yanımda sessizce oturan Salih, küskün bakışlarını benden yana çevirmemek için sürekli dışarıyı izliyordu. O odadan; babamın o güne dek varlığından haberdar olmadığım tüm yaşamından ve çözmem için bırakmış olduğu karpuz çekirdekleriyle bezeli o aptal defterinden uzağa adımımı düşünmeden atmış olmama darılmış gibiydi. Elimi omzuna koydum ve hayatımızı tümden değiştirecek o cümleyi kurdum.
– Akşam seninle iki tek atalım Salih. Yanında karpuz da yeriz.
Otobüstekiler önde oturan iki adamın neden gözlerinden yaşlar gelene dek güldüğünü asla anlayamadılar. Canları sağolsun.