İçeri girdiğimden beri beni rahatsız eden küf kokusunun kaynağını düşünmekten bir türlü odaklanamıyordum. Duvarda bulunan siyah perdenin eteğini kaldırmamak için kendimi tutmaya çalışmam, kokuyu düşünmemek için harcadığım çaba, birazdan olacakları etkileyebilecek kadar huzursuz etmişti beni. Düşünmemeye çalışmalı.
Küçük yaşlardan beri kokular konusunda hassastım aslında. Komşunun kullandığı ağır sıvı yağ markasının ne olduğunu ancak 2 sene içerisinde o da bir gün annemlerle onlara oturmaya gittiğimde, mutfaktan su alma bahanesiyle öğrenebilmiştim. Oturmaya gidilirdi eskiden. Neden böyle adlandırdıklarını bilmiyorum ama oturmak, türlü çeşit pasta börek yemek sonra da bunları nasıl eriteceklerini konuşmakla süslü bir eylemdi. O yaşlarda bile bana anlamsız gelen- tüm o pastaların, böreklerin, kısırların çekiciliğine rağmen koku takıntım yüzünden yiyemediğim için de anlamsız buluyor olabilirdim elbette- bu oturma eylemi; bir şekilde ileride asla alışveriş listemde bulunmayacak yumuşatıcı isimlerini, sıvı yağları, deterjanları, oda parfümlerini, hatta abarttığımı düşüneceksiniz ama yemek takımlarının altlarından okuyup bir kenara yazdığım porselen markalarını öğrenmemi sağlamıştı. Porselenlerin yemeklerin kokusunu tuttuğunu, sakladığını ve bir sonraki yemeğe aktardığını biliyor muydunuz?
Kokusu yüzünden asla arkadaş olmadığım insanlar, diğerleriyle güle oynaya sohbet ederken iş yerinde yemeğimi yalnız yiyordum büyüdüğümde. Büyüdüğümde iş bulmuş olmama da şaşırmayın. Merdiven boşluğu kedi kokan bir apartmanda, duvardaki kağıtları eski kokuları yüzünden sevmediğim ve neredeyse 7 saatte tırnaklarımla söktüğüm dairenin kirasını bir şekilde ödemem gerekiyordu. Tüm bunları okuyanlar büyük çoğunlukla bir temizlik işinde olduğumu ya da steril bir ortamda çalışabileceğim bir iş bulduğumu zannedebilir. Hayır, öyle olmadı. Sanılanın aksine, bu takıntı “kötü kokularla” alakalı değildi sadece. Biraz acı duyuyorum ama anlatayım.
Bazı insanlar, hatta bu insanların küçük boyları yani çocuklar, annelerini kokularıyla hatırladıklarını söylerler. Bense babamın koklayarak öptüğü o boynun kokusunu almamak için neredeyse nefes almadan anneme sarılırdım. Güzel koktuğunu defalarca duymuş olmama rağmen, burnuma gelen koku benim için yalnızca kaçma isteği uyandıran, rahatsız edici bir kokuydu. Annem öldükten sonra onu gömdükleri toprağın kokusu da kendi kokusuna çok benziyordu. Ölü insanları saran nemli toprak ve çürümüş çiçek kokusu. Doğal olarak cenaze biter bitmez eve döndüm. Kaçtım bir nevi.
Klik.
Neyse, bu sefer olmuştur herhalde diye düşünerek fotoğrafçıya sordum.
” Tamamsa çıkabilir miyim artık?”
İçeri girdiğimden beri fotoğrafımı çekmeye çalışan fotoğrafçı, bezmiş bir şekilde makinesini bıraktı ve bana döndü.
“Olmuyor beyefendi. Lütfen artık gitmenizi rica edeceğim zira çok geç oldu. Lütfen.”
Çıktım. Bir kez daha fotoğraf çektirememiş, çekilen fotoğrafı fotoğrafçısı tarafından tatmin edici bulunmamış bir halde evime döneceğim.
Neymiş efendim? ‘An’ı yakalayacaklarmış. Yüzümde bir ifade olmadan ya da gülümseyerek çekeceklermiş.
Sanki bu kadar kokuyla ‘an’ diye bir şey mümkün olabilirmiş gibi. Peh!